Müge Arbak: "Herkesin bir kitabı olabilir ama kitabı olan herkes yazar olamaz."

Mürekkep Haber Röportaj

Daraltılabilir içerik

Röportajı Oku

Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi ile tanınan Müge Arbak'ın "Yaratıcı Yazarlık: Hayal Gücüyle Yazmak" isimli kitabı geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Arbak yeni kitabında, “Hayal gücünün sırrını keşfedin ve daha iyi yazmaya başlayın!” sloganı ile yazma hayali kuranlara bir yol haritası çiziyor.

Kurmaca, yazarın hayal gücünden okurun hayal gücüne doğru yapılan bir yolculuktur, ifadelerini kullanan Arbak, yolculuğun başarılı bir şekilde tamamlanması için de yazan kişinin atması gereken adımların da olduğu gerektiğinin altını çiziyor.

Mürekkep Söyleşiler’de bu hafta Müge Arbak ile "Yaratıcı Yazarlık: Hayal Gücüyle Yazmak" isimli yeni kitabını konuştuk.

Yeni kitabınız “Yaratıcı Yazarlık: Hayal Gücüyle Yazmak” yakın bir zamanda okuyucu ile buluştu. Niçin yazdınız bu kitabı?

Kurmaca yazmaktan söz edildiğinde herkesin aklına olay örgüsü, çatışma gibi hikâye unsurlarıyla ilgili sorular gelir. Fakat çok önemli bir nokta unutulur: Hayal gücü! Çoğu kişi hayal gücünü tam kapasitede kullanabildiğine inanır ve bu nedenle eğitilmesi gerektiğini düşünmez. Dahası hayal gücü genellikle çocukluk döneminde geliştirilen ve sonra gelişimi tamamlanan bir yetenek olarak ele alınır.

Oysa özellikle kurmaca yazmak isteyenlerin hâlâ tam olarak keşfedilememiş bu yeteneği geliştirmeye devam etmeleri gerekir. Bu nedenle hayal gücü üzerine düşünmemiz, hayal gücünü geliştirmek ve kurmaca yazma sürecinde nasıl kullanabileceğimizi öğrenmemiz gerekir.

Zaten yaratıcı yazarlık ile ilgili yeni bir kitap yazmayı planlıyordum. Yaratıcı yazarlık üzerine yazdığım ilk çalışma kitabı olan "Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek" ile ilgili mutluluk veren okur yorumları bana kitabımın yazmak isteyenlerin hayatlarına nasıl dokunduğunu göstermişti. Hayal gücü ile yaratıcı yazma arasındaki bağlantıyı kuran kaynakların yok denecek kadar az olduğunu fark ettiğimde serinin ikinci kitabında bu önemli konunun üzerinde durmam gerektiğini hissettim. Sonuç olarak ortaya yazmak isteyenlerin yazma ve kurma becerilerini geliştirmelerine rehberlik eden iki yüz sayfalık bir çalışma kitabı çıktı.

Kitapta “yazmanın hayalini sevmek” diye bir kavramdan bahsediyorsunuz. Nedir bu kavram?

Bu ifadeyi serinin ilk kitabı "Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek"te kullanmıştım. Yazmanın hayalini sevmek, yazmayı düşünen çoğu kişinin içine düştüğü olumsuz bir durumu ifade ediyor. Aslında bu "Spor yapsam iyi olur" ya da "Keşke kendi işimi kursam" diye düşünen, konuşan ve bu eylemleri yaptığını hayal eden ama aslında bir türlü yapmayanların kendilerini içinde buldukları duruma benziyor. Pek çok insan yazmak üzerine konuşuyor, bir gün yazacağını hayal ediyor ama yapmıyor. Yazmak uzun, zor, bazen de çok yorucu olabilen bir süreç. Aklınızdakileri ifade edememekten, yazdıklarınızın beğenilmemesine, yazmayı ertelemenin cazibesinden mükemmel yazma çabalarına kadar sayısız engeller ve güçlüklerle dolu bir yolculuktan söz ediyoruz. Bu nedenle bunu yapmak yerine hayalini kurmak daha cazip hale geliyor.

"Yazma hayalini gerçekleştirmek" yazma yolculuğuna çıkmayı ve belli bir noktaya ulaşmayı temsil ederken "yazmanın hayalini sevmek" bunun tam zıddını, yani sürekli olduğu yerde kalma hâlini işaret ediyor. Dolayısıyla yazmanın hayalini sevme hâlinden çıkmalı ve işe koyulmalısınız. Aksi takdirde yazma hayalinizi gerçekleştirmeniz mümkün değildir.

Yazmak için yalnızca kitap okumak yeterli midir?

Hayır. Bunu önemsediğim için basit bir formül vereceğim: Yazan kişiye yazar denir. Okuyan kişiye okur denir. Yazan kişinin iyi bir okur olması beklenir ve öyle olması da gerekir fakat okuyan kişi yazmak zorunda değildir. Diğer bir deyişle yazan kişinin çok okuduğunu söyleyebiliriz fakat okuyan kişinin çok yazdığını söyleyemeyiz. Sadece okumak, yazmak için yeterli değildir. Yazmak için yazmak gerekir. Amacınız iyi bir okur olmaksa sadece okumak sizi hedefinize ulaştırır. Fakat yazmak istiyorsanız bir yandan okurken bir yandan düzenli olarak yazmanız gerekir. Yaratıcı Yazarlık: Hayal Gücüyle Yazmak'ta değindiğim gibi yazma becerinizi yazarak, kurma becerinizi hayal gücünüzü kullanarak geliştirebilirsiniz. Okumak hayal gücünü zenginleştirmenin yollarından biridir. Fakat yazmak isteyen kişi için öncelik daima yazmak olmalıdır.

“Yazma hayalini gerçekleştirmenin ve yazar olmanın temel eylemi yazmaktır.” ifadesini kullanıyorsunuz. Bu durumda yazmak, yetenekten önce gelen bir eylem mi?

Yaratıcı yazarlık alanında “yetenek” kavramına yönelik iki uç yaklaşım olduğunu gözlemliyorum. Bir tarafta yazmanın bir yetenek olduğu fikrine takılıp kalan kişiler var. Böyle düşünenler çalışmadan, sadece doğuştan sahip olduklarına inandıkları yazma yeteneğine yaslanarak edebi niteliği olan eserler üretebileceklerini düşünüyorlar.  Diğer uçtakilerse birkaç deneme sonrası yazmak için yeteneklerinin olmadığına kanaat getirip bir daha bu konuyla hiç ilgilenmemeyi tercih ediyorlar. Bu iki uçta yer alanlar ironik şekilde aynı noktada buluşuyorlar: Çalışmamak! Oysa üstün yetenekli olsanız da yeteneğinizi ortaya çıkarmak için çalışmanız gerekir, kesinlikle hiç yeteneğiniz olmasa da yazabilmek için yine çalışmanız gerekir. Dolayısıyla kişinin yazma bilgisini ve becerisini geliştirmek için çalışmasını, kendini geliştirmesini yetenekten çok daha kıymetli buluyorum.

 Yazar olmakla kitabı olan biri olmak aynı şey midir?

Hayır, herkesin bir kitabı olabilir ama kitabı olan herkes yazar olamaz. Çalışmaya, kendini geliştirmeye hatta kitap okumaya bile gerek duymadan çalakalem yazdığı metinleri kitap haline getiren kişilerin "kitabı olan biri" olma noktasında kaldığını düşünüyorum. Kişinin ister bir kitabı olsun ister beş kitabı olsun bu sonucu değiştirmez. Çünkü bana göre yazar olmak, her şeyden önce "ben oldum" fikrini sürekli olarak kendinden bir adım uzakta tutma çabasını gerektiriyor. Sürekli çalışarak, nasıl daha iyi yazabileceğini araştırarak, öğrenerek ilerlemek gerekli.

Peki, nedir hayal gücü? Yaratıcı yazarlık ile hayal gücü arasında nasıl bir ilişki var?
Hayal gücü yaratıcılığın ham maddesidir.  Yaratıcı yazarlık dediğimiz kurmaca metinler oluşturma süreci ise hayal gücünü kullanmayla doğrudan ilişkilidir. Kurmaca yazan çoğu kişi sahip olduğu hayal gücünü üzerinde düşünmeden, otomatik diyebileceğimiz bir şekilde kullanır. Ancak hayal gücünü kullanmanın yöntemlerini keşfettiğimizde bunu farklı şekillerde kullanmak üzere çaba gösterebiliriz. Son kitabımda değindiğim önemli noktalardan biri de bu.

İLGİLİ HABERMüge Arbak: Yazmak için üstün yetenekli olmanıza gerek yok

Yazma hayalini gerçekleştirmek için çalışan bir kurmaca fabrikasının inşa edilmesi gerektiğini belirtiyorsunuz. Nasıl bir fabrikadan bahsediyorsunuz?

Bir fabrikanın çalışması ve üretim yapması için belli bileşenlere ihtiyacı vardır. Aynı durum kurmaca yazma süreci için de geçerlidir. Nitelikli ürünler ortaya koyabilme hedefimiz varsa içimizde bir çeşit fabrika inşa etmemiz gerekiyor. Ben bunu kitabımda "çalışan bir kurmaca fabrikası inşa etmek" olarak ifade ettim. Örneğin enerjiye ulaşımı olmayan bir fabrikada üretim yapamazsınız çünkü üretimi gerçekleştirecek olan makineler çalışmaz. Aynı durum hayali kurmaca fabrikamız için de geçerlidir. Kitabı okuyanlar kurmaca fabrikasındaki enerjinin ne olduğunu ve kurmaca fabrikasındaki üretimin nasıl gerçekleştirildiğini açık bir şekilde anlayacak ve bunu yazma yolculuklarını şekillendirmek için kullanabilecekler.

Hayal gücünü sınırlayan hatalı düşünceler nelerdir?

Aslında hayal gücümüzü sınırlayabilen pek çok faktör vardır. Üstelik bunlar kişiden kişiye değişebilir. Kitapta bu faktörlerden üçünü ve bunların üstesinden gelmek için neler yapılabileceğini anlattım. Burada kitapta doğrudan paylaşmadığım farklı bir hatalı düşünce örneği verebilirim: Söz gelimi etkilenme kaygısı ve bu kaygıyla kitap okumayı tamamen bırakmak zorunda olduğunu düşünmek hayal gücünü sınırlayan ve gelişmesini durdurabilecek hatalı bir düşünce olabilir. Ancak başka yazarlardan etkilenmekten korkmaya gerek yoktur. Kitabı dikkatli bir şekilde okuyanlar etkilenme korkusunun neden yersiz olduğunu anlayacaklar.

Yazma eylemini boş zamanlara bırakmak doğru bir karar mı?

Amacınıza bağlı. Hobi düzeyinde yapılan işler boş zamanları değerlendirme amacı taşır. Elbette boş zamanlarda hobilerinizle ilgilenebilirsiniz. Diğer bir deyişle yazma işini bir hobi olarak yapmak istiyorsanız elbette boş zamanlarınızda yazabilirsiniz. Bir eser üretmek zorunda değilsiniz. Yazmak insanı rahatlatır.

Öte yandan amacınız nitelikli ürünler ortaya koymak ise boş zamanlarınızda yazmak işinize yaramaz. Hafta sonu seramik atölyesine katılıp elinde küçük bir vazo ile evine dönen kişi ile seramik sanatına yıllarını vermiş bir sanatçı arasındaki farkı düşünün. Burada yargılanacak ya da yadırganacak bir durum yok. Amacınız neyse yazmaya ayıracağınız zamanı o doğrultuda belirlemelisiniz.

Kaynak: https://www.murekkephaber.com/muge-arbak-herkesin-bir-kitabi-olabilir-ama-kitabi-olan-herkes-yazar-olamaz/17986/

Müge Arbak: "Yazmanın hayalini sevmek ile yazmayı gerçekten istemek arasında gözden kaçırılan farklar var."

Edebiyat Haber Söyleşi

Daraltılabilir içerik

Söyleşiyi Oku

Müge Arbak ile Bireysel Bilgelik Yayınlarından çıkan “Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” kitabı üzerine konuştuk.

Kurmaca ve kurmaca dışı türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve son kitabınızın ortaya çıkış süreci hakkında neler söylemek istersiniz?

Çocukluğumdan bu yana elime geçen her türlü kitabı okuma alışkanlığının etkisiyle üniversite yıllarında yoğun bir yazma arzusu hissetim ve böylece yazmaya başladım. Özellikle öykü yazmayı çok seviyordum. Üniversiteyi bitirdikten sonra Ankara’ya döndüğümde çeşitli edebiyat dergilerine öykülerimi gönderdim. Öykülerim dergilerde yayımlandı, aynı zamanda işin mutfağına girmek istedim ve editörlük yapmaya başladım. Bu sırada kendimi geliştirmek için okumaya ve en önemlisi öykü başta olmak üzere çeşitli türlerde yazmaya devam ettim. Yazma arzum oldukça güçlüydü ancak buna rağmen pek çok zorluk yaşadım. Yaratıcılığımı kaybettiğimi zannettiğim, yazmaktan vazgeçtiğim, ümitsizliğe kapıldığım zamanlar oldu. Zor olsa da her seferinde aynı heyecanla yeniden başladım. İnişli çıkışlı bu sürecin sonunda yazma arzusunun tek başına yeterli olmadığını, gözden kaçırdığım bir nokta olduğunu fark ettim. Bununla birlikte yazan ve okuyan insanlarla aynı çatı altında bulunduğum için bu yolda sonuç alan ve alamayan kişileri de gözlemleme imkânı buldum. Yazma arzusuna sahip olan diğer insanların da benzer zorluklarla karşılaştıklarını gördüm. Tüm bunları birleştirdiğimde eksik parçayı keşfettim. Böylece, yazmaya başlamak ve yazma yolculuğunda ilerlemek isteyen kişiler için 2017 yılında Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesini kurdum. Katılımcıların atölyede yavaş yavaş olgunlaşmaya başlayan yazılarını okuyucuyla buluşturmak için Tüy Dergiyi çıkardım. Bu proje 3 yıl boyunca devam etti. 2021 yılında atölyede yazılan öykülerden oluşan üç kitabın editörlüğünü yaptım. Aynı yıl öykü kitabım “Anlat Dedi Hayat” Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle yayımlandı. Son kitabım olan “Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” üniversite yıllarından başlayan ve bugüne uzanan tüm bu sürecin meyvelerinden biri olarak ortaya çıktı. 

Kitabınızla ilgili taslaklarınızı oluştururken ilham kaynaklarınız neler oldu?

Kitapta yer alan konu ve ipuçlarını hazırlarken Farkındalık Yazarlığı atölye çalışmalarına katılan kişilerin yazmayla ilgili sıklıkla sordukları soruları dikkate aldım. Aynı zamanda katılımcı adaylarıyla yaptığım görüşmelerde onların yazma yolculuğuyla ilgili sahip oldukları fikirlere dair gözlemlerimden de yararlandım. 

Bunların ötesinde, gerçekte en güçlü ilham kaynağım diğer insanlarda gözlemlediğim yazma arzusu oldu. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, yazmak hala farklı ülkelerde yaşayan, farklı kültürlere ait pek çok kişinin en büyük hayallerinden biri olma özelliğini koruyor. Anılarını, deneyimlerini, hikayelerini paylaşmak isteyen insanlar bir yol aramaya devam ediyorlar. Ancak genellikle bu arayış bir sonuca ulaşmıyor, yazma hayali gerçekleşmiyor. Çünkü yazma arzusuna sahip olmak ile sonuç almak arasındaki o uzun köprüyü geçebilmek için doğru adımları atmak, düzenli bir şekilde çaba göstermek gerekiyor. Yazma hayalini gerçekleştirmenin sırrı, Leonardo Da Vinci’ye atfedilen “Basitlik, en yüksek düzeydeki karmaşıklıktır.” cümlesiyle bağlantılı. Yazmanın ve sonuç almanın gerçekten bir sırrı var ve bu, söz konusu eylemin kendisinde yatıyor.

Son yirmi yılda çok sayıda nitelikli yaratıcı yazarlık kitabı yayımlandı. Kitabınızın var olan yaratıcı yazarlık kitaplarından farkı nedir, bu alanla ilgilenen okurlar kitabınızı neden almalı?

Kitap iki bölümden oluşuyor. Metot bölümünde okuyucu yazma yolculuğunda sonuç almak için nasıl çalışması gerektiğini keşfediyor. Aynı zamanda yazmanın önündeki en büyük engellerden birini öğreniyor ve bunu nasıl aşabileceğini fark ediyor. İkinci bölümde 30 farklı yazma çalışması bulunuyor. Her bir çalışmada önce yaratıcı yazarlık ve yazma yolculuğu ile ilgili önemli bir bilgi özet olarak paylaşılıyor; daha sonra okur, uygulamalarla yazma becerisini geliştirme ve hayal gücünü harekete geçirme imkânı buluyor. 

Genellikle yazan ve yazmak isteyen kişiler şu üç sorunun cevabını merak ederler: “Nasıl yazmalıyım? Ne zaman yazmalıyım? Ne yazmalıyım?” Kitapta yer alan çalışma metodu ve ipuçları ilk sorunun; yazma programı oluşturma ve yazma alışkanlığı kazanma ile ilgili bölüm ikinci sorunun; uygulamalar ise üçüncü sorunun cevabını veriyor. Bu bakımdan kitap, yazan ve yazmak isteyen kişilere tam anlamıyla bir çalışma sistemi sunuyor. Okuyucu bu kitapla yazma arzusunun neden tek başına yeterli olmadığını keşfedecek ve sonuç almak için ihtiyaç duyduğu o eksik parçayı nasıl tamamlayabileceğini öğrenecek.

“Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” kitabınızı oluşturan her bölümün sonunda uygulama için sayfalar ayrılmış. Bu sayfalara kısa notlar da yazılabilir, yazmaya başlayınca yeterli olmayabilir de, ne dersiniz?

“Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” bir uygulama kitabı olarak tasarlandı. Bu nedenle kitabın içinde bulunan 30 yazma uygulamasından sonra okurun yazması için bir defter görevi görecek sayfalar bulunuyor. Aynı zamanda her bir uygulamada okuyucunun kullanması gereken kelime sayısının alt sınırı belirtiliyor. Bu şekilde ilerleyen bir okuyucu, kitabı tamamladığında en az 14750 kelime kullanarak yazmış oluyor. Öte yandan elbette daha uzun yazmak isteyenler olacaktır. Onlara kitap için ayrı ve tercihen yeni bir defter tutmalarını öneriyorum. Çünkü yazmaya devam ettikçe yolculuğun başında üretilen yazılar ayrı bir önem kazanmaya başlıyor. Böylece kişi, geçmişteki yazılarını referans alarak gelişimini takip etme imkânı elde ediyor.

“Yazmanın hayalini mi seviyorsunuz yoksa gerçekten yazmak mı istiyorsunuz?” sorusuna verilecek yanıtlar her okur için farklı olacaktır. Bu temel meseleden hareketle kitabınız özelinde yazıyla bir biçimde ilişkili okurlara neler önerirsiniz? 

Bu soruyu önemsiyorum. Yazmanın hayalini sevmek ile yazmayı gerçekten istemek arasında gözden kaçırılan, belki de akla hiç gelmeyen farklar var. Kuşkusuz, bunlar arasında en önemli olanı yazma eyleminin kendisi. Yazmanın hayalini seven kişi genellikle yazmaz. En iyi ihtimalle ilham geldiğinde, bir duygu tarafından tetiklendiğinde ya da benzer durumlarla karşılaştığı zaman yazar. Ancak yazma işi böyle rastlantısal biçimde yapıldığında kişiyi bir yere götürmez. Yazma yolculuğunda sonuç almak için sadece anlık hevesler ile yazmak yeterli değildir, düzenli bir şekilde yazmak gerekir. Kitapta bunu “yazma zamanı” olarak açıklıyorum. Yazma hayalini gerçekleştirmek için yapılması gereken en önemli iş yazmaktır. Diğer yandan gerçekte yazmak istemeyen ama yazma eylemiyle ilgili fikirleri dinlemeyi; kitap okumayı, incelemeyi seven kişiler de var. Yani yazmanın hayalini sevmekte bir sorun yok. Buradaki problem başka yerde… İnsan gerçekte ne istediğini kendine itiraf etmediğinde hiçbir yöne doğru tam olarak ilerleyemez. Belki isteklerinden birini seçebilse özgürleşecek, ancak diğer seçeneklerden vazgeçmeye de hazır değil. Yani kişi eğer yazmanın hayalini seviyorsa bunu kendine itiraf edebilir ve değerli vaktini bu yönde harcayabilir. Öte yandan gerçekten yazmak istiyorsa, yazma eylemini hayatının bir parçası haline getirmekten başka şansı yok; merkezine “yazma işi” konulmayan bir yazma yolculuğu söz konusu olamaz. 

Dünya ve Türkiye özelinde iklim krizi-savaşlar-göçler-temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde yazı aracılığıyla salgın günlerini daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü? 

Logoterapi’nin kurucusu Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabında Nietzche’nin şu sözüne yer verir: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla katlanabilir.” Tarih boyunca her zaman büyük çatışmalar, insanların karşısına dikilen türlü antagonistler olmuştur. Savaşlar, göçler, salgınlar geçmişte de oldu; içinde bulunduğumuz zamanda da olmakta ve muhtemelen gelecekte de olacak. Bununla birlikte insan dediğimiz varlık böyle zorlu dış koşullara rağmen yaşamanın bir yolunu bulacaktır. Yazmak da bu yollardan biridir. Hatta bana sorarsanız yazmak, dış koşulların zorluk düzeyinden bağımsız olarak hayatla baş etmenin en etkili yoludur.

Salgının ülkemizde başladığı mart ayından itibaren hızlı bir şekilde ofiste düzenlediğimiz atölyeleri sanal ortama taşıdık ve 2021 yılının ağustos ayına kadar hiç ara vermeden çalışmayı sürdürdük. Bir bakıma pandemi dönemini Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi katılımcılarıyla birlikte, yazarak atlatmış olduk. Artık bu süreci büyük ölçüde arkamızda bıraktığımızı düşünüyorum. Biraz önce değindiğim gibi yazmak her koşulda insana iyi gelen bir uğraş. Doğuştan sahip olunan yaratıcılığı ve hayal gücünü kullanmaya imkân tanımasının yanı sıra psikolojik dayanıklılığı güçlendiren, iyileştirici gücüyle şifa veren özel bir eylem. Bu nedenle yalnızca kurmaca yazmak isteyenler için değil, yaşadıklarıyla baş etmek veya basitçe kendini daha iyi hissetmek isteyen kişiler için de eşsiz bir araç.

Sizi çok etkileyen roman, öykü, oyun ya da film karakterlerini sormak istiyorum.

Özellikle öyküye çok değer veren biri olarak Füruzan’ın “Parasız Yatılı” isimli öyküsündeki ana karakterlerin incelikli işlenişlerini etkileyici buluyorum. Sait Faik’in “Sinağrit Baba”sı, olayı önce anlatıcının sonra ana karakterin bakış açısından aktarması bakımından çok kıymetli. Horacio Quiroga’nın “Tek Taş” öyküsündeki Kasım, “Akıntıyla” isimli öyküsündeki Paulina yine ilk aklıma gelenlerden. Öykücülüğüne hayran olduğum Haldun Taner, özellikle “Artırma” ve “İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek” öykülerinde yer alan karakterlerle insana dair özellikleri ustaca işler. Borges’i de unutmamak lazım, Tadeo Isidoro Cruz’un Yaşamı ile  Emma Zuns hemen anımsadıklarımdan ikisi. Romanları düşündüğüm zaman aklıma önce Yüzüklerin Efendisi film serisinde yer verilmeyen, bununla birlikte bana göre Tolkien’in yarattığı en derinlikli karakterlerden biri olan Tom Bombadil geliyor. İnci Aral’ın “Ölü Erkek Kuşlar” romanında “Suna” karakterinin özellikle “Na” yönünü hep kendime yakın buldum. Gençlik dönemimde tüm ciltlerini okuduğum Pardayanlar serisinin baş kişisi olan Pardayan’ı da bu noktada anmadan geçemem.

Önümüzdeki dönem için masanızda neler var?

Yeni bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Öykü taslakları, gözlem notları epeyce birikti. Aynı zamanda planlarım arasında farklı bir yaratıcı yazarlık kitabı daha yer alıyor. Yazmak isteyenlerin bu hayallerini gerçekleştirmeleri için kitapların yanı sıra yeni yaratıcı yazarlık atölyeleri tasarlamaya da devam ediyorum. 

Kaynak: https://www.edebiyathaber.net/muge-arbak-yazmanin-hayalini-sevmek-ile-yazmayi-gercekten-istemek-arasinda-gozden-kacirilan-farklar-var/

Müge Arbak: "Yazmak için üstün yetenekli olmanıza gerek yoktur."

Mürekkep Haber Röportaj

Daraltılabilir içerik

Röportajı Oku

Müge Arbak 1970 yılında doğdu. Çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçti.  Okumayı öğrendiği andan itibaren kitaplarla olan dostluğu güçlenerek devam etti.  Kısa öyküler yazmaya Eskişehir'deki üniversitede okurken başladı.  Mezun olduktan sonra bir gün yazmanın hayatının bir parçası haline geldiği Ankara'ya döndü.  Öyküleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı ve aynı zamanda editör olarak çalıştı.Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi'ni kurarak "yazma" tutkusu olanlara eğitimler verdi. 2017 yılında kurulan atölyenin altıncı ayında geliştirici editörlüğünü yaptığı "Tüy Dergi"yi yayınlamaya başladı.  2021 yılında atölyede üretilen makalelerle oluşturulan hikaye kitaplarının editörlüğünü yaptı.  Aynı yıl, Bireysel Bilgelik Yayınları tarafından "Anlat Dedi Hayat" adlı kitabı yayımlandı.Yazar Müge Arbak şimdi de yine Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini alan "Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek" karşımızda. Arbak, kitapta yazma hayali olanlara uygulamalı bir şekilde bu hayallerini nasıl gerçekleştireceklerini anlatıyor.Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Yazar Müge Arbak ile yeni kitabı "Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek"i konuştuk.

Öncelikle kitabın ortaya çıkışı ile başlamak istiyorum. Niçin böyle bir kitap hazırlamaya karar verdiniz?
Pek çok kişi kitap yazmak ve yazar olmakla ilgili hayal kurar. Ancak çoğu kişi için bu durum hayal olmaktan öteye geçemez. Elbette bunun pek çok nedeni var. Yazmak isteyenler genellikle nasıl çalışmaları gerektiğini, hangi bilgilere ihtiyaç duyduklarını, tam olarak ne yapacaklarını bilmiyorlar. Sonuçta yazmaya başlayamıyorlar veya başlasalar bile devam edemiyorlar. Çünkü bu inişli çıkışlı, oldukça zorlu bir yolculuk ve bu yolculukta sadece yazma arzusuna sahip olmak yeterli olmuyor. Sonuç almak için daha fazlasına ihtiyaç var.
Yıllardır sürdürdüğüm Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesinde yazmak isteyen pek çok kişiyle karşılaştım. Aynı zamanda atölyeyle ilgili bilgi almak isteyen çok sayıda kişiyi de dinleme imkânı buldum. Kötü yazma endişesi taşıyanlar, yeteneği olmadığına inananlar, yazma arzusuyla dolup taştığı halde bir yere varamayanlar… Atölye yıllar boyunca bu ve benzeri sorunlar yaşayan pek çok kişiye yol gösterdi. “Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” de aynı amaca hizmet ediyor.


Yazmak, çekinilmesi gereken bir eylem değildir; ya da yazmak için üstün yetenekli olmanıza gerek yok. Yazma hayali olan kişi, doğru çalışma metoduyla bunu gerçekleştirebilir. Bu kitabı okuyucunun yazma hayali kurma aşamasından gerçekten yazma aşamasına geçmesine rehberlik etmesi için tasarladım.

Yazma işinin öğrenilebilen bir eylem olarak değerlendirilmesi epeydir tartışılan bir konu. Bazıları bu işin doğuştan gelen bir yetenek olduğunu söylerken bazıları ise sonradan öğrenilebildiğini dile getiriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yazmak için yetenekten çok daha önemli unsurların var olduğunu düşünüyorum. İyi yazarların hayat hikayelerine baktığımızda o hikayelerde ilk göze çarpan şey yeteneklerinden ziyade yazmak için harcadıkları zaman ve emek olur. Her birinin kendilerine has “yazma zamanları” olduğunu ve disiplinli bir biçimde yazdıklarını fark ederiz.

Sadece doğuştan gelen yeteneğe güvenerek iyi bir yazar olmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu açıdan, “yazma yeteneği”nden ziyade “yazma becerisi” ifadesini kullanmayı tercih ediyorum. Yazmak, tıpkı konuşmak gibi bir dil becerisidir. Aslında konuşmayı da yazmayı da küçük yaşlarda öğreniyoruz. Zaman içinde toplumsal ilişkiler sayesinde kendimizi konuşarak ifade edebilme becerimizi geliştirirken, yazarak kendimizi ifade etme becerimize hak ettiğinden çok daha az değer veriyoruz. Yazma becerisi geliştirilebilir ancak bunun için her şeyden önce yazmak gereklidir.

Peki iyi bir okuyucu olmak ile iyi bir yazar olmak aynı şey midir?

Okumak ve yazmak iki farklı eylemdir. Okumak, tıpkı gözlem yapmak gibi bir yazarı besleyen kaynakların başında gelir. Ancak sadece çok okumak, sihirli bir şekilde yazma becerinizi geliştirmez. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: İyi bir yazar, aynı zamanda iyi bir okuyucudur ama iyi bir okuyucu çoğu durumda iyi bir yazar değildir. Sadece çok okuyarak yazabileceğine inanmak, iyi ressamların tablolarını inceleyerek ressam olacağını düşünmeye benziyor. Oysa ressam olmak için kişi eline fırçaları, boyaları almalı ve resim yapmalı. Bu aşamada diğer ressamların eserleriyle kendi sanatını besleyebilir; onların hayat hikayelerini, kullandıkları teknikleri öğrenebilir ve nihayetinde kendi resim tarzıyla tüm bu bilgileri tuvaline özgün bir biçimde aktarabilir. Aynı biçimde çok kitap okumak; yazarları, hayatlarını, kitaplarını çok iyi bilmek kişinin yazar olması için yeterli değildir. Bunun için kişi kalemi eline almalı ve yazma eylemini gerçekleştirmeli. Şu unutulmamalı: Okuyan kişilere “Okur” denir, ancak yazma işiyle uğraşan kişilere “Yazar” denir. Dolayısıyla yazar olma hayali olan kişinin ilk ve en önemli işi yazmak olmalıdır. Diğer her şey bu eylemin yanında ikincil öneme sahiptir. Asıl iş yazmaktır ve bu yapılmadığı sürece kişi ancak iyi bir okur olarak kalabilir.

"İNSAN HANGİ YAŞTA OLURSA OLSUN YAZMALI"

Kitapta “Yazmaya, tam anlamıyla yazabildiğiniz noktada başlayamazsınız.” şeklinde bir ifade var. Ne demek istiyorsunuz burada?

Yazmak için yola çıkan pek çok kişi yazmadan önce tam anlamıyla hazır olması gerektiğini düşünüyor. Bu “hazır olma” fikrinden yola çıkarak yazma eyleminin kendisi dışında neredeyse her şeyi deniyor çünkü önce yazabildiğine ikna olması gerekiyor. Yani yazmaya başlamak ya da yazmaya “cüret etmek” için yazabildiği noktaya gelmeyi bekliyor ve bu durum kısır döngü yaratıyor. Sonuç olarak insanlar yazmaya aniden harika bir öykü, hatta bir roman yazabilecekleri noktadan başlama eğilimi gösteriyorlar. Oysa çalışmadan, yani yazmadan bu noktaya gelmek mümkün değildir. Ne kadar yetenekli olursa olsun bir sporcunun sahadaki başarılı performansının ardında yorucu antrenmanlar, yeri geldiğinde kendini başarısız hissetmesine neden olan deneme-yanılma süreçleri bulunur. Yazan ve yazmak isteyen kişilerin de yazma eylemine aynı açıdan yaklaşması gerekiyor. Herkesin yazmayla ilgili çok merak ettiği yetenek dediğimiz şey de aslında insanın içinde var olan saklı bir potansiyeldir. Bunun fark edilmesi, açığa çıkarılması için çalışmanız yani sürekli yazmanız gerekir.

Yazmanın yaşı var mı?
Yazmanın belli bir yaş ile sınırlanamayacağını düşünüyorum. İnsan yazma arzusu hissediyorsa hangi yaşta olursa olsun yazmalı. Özellikle son yıllarda gençlerin yazmaya olan ilgilerindeki artışı gözlemliyor ve bundan mutlu oluyorum. Gençler benim kuşağıma göre hayallerini gerçekleştirmek için daha hızlı ve akıllıca hareket ediyorlar. Yaşı ilerlemiş olan insanların da yazmak için geç kaldıklarını düşünmüyorum. Sağlık açısından kişiyi engelleyen bir rahatsızlık yoksa altmış, yetmiş yaşından sonra da yazmaya başlayabilirler. Bu açıdan aslında ben genel olarak hangi yaşta olursa olsun insanların yazmasından yanayım. Herkes mutlaka öykü, roman, deneme yazmalı demiyorum ama en azından kendilerini ifade eden yazılar yazabilirler; deneyimlerini, geçmişlerini, gözlemlediklerini, sorunlarını, üzüntülerini, mutlu oldukları anları kelimelere dökebilirler. Çünkü her insan eşsiz ve farklı. Her insan hayatla kendi biricik bakış açısından ilişki kuruyor. Sonuç olarak aynı olayı yaşasa da her insan farklı düşünüyor, hissediyor ve davranıyor. Bu nedenle yazma arzusu olan herkes her yaşta, her maksatla, tür kaygısı taşımadan yazabilir.

Kitapta yazma arzusunun yanında bir de yazma disiplininin de olması gerektiğinden bahsediyorsunuz. Yazma disiplini niçin önemli?

Yazma arzusuna sahip olmak yani yazmayı istemek ve sevmek başlangıç noktasında çok önemli ancak yazmak için kişinin bundan daha fazlasına ihtiyacı var. Yazma arzusu kişiyi yazmaya yönlendirebilir ama sonuç almak için ihtiyaç duyulan sürekliliği ancak yazma disiplini sağlayabilir.

Disiplin kavramıyla ilgili gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı var. Disiplin çocukluk döneminde aile ve toplum aracılığıyla çocuğa aktarılabilir ancak yetişkinlik döneminde kişinin bunu kendi isteğiyle sağlaması gerekir. Sadece yazma arzusu duyarak yazmak ile belli bir disiplin çerçevesinde yazmak arasında büyük bir fark var.

Peki yazma disiplini kazanmak ne kadar sürer?
Bu kişinin hedefine, yazmakla ilgili amacına ve çalışma sıklığına göre değişir. Düzenli yazma süresi üç ay süren kişi için bu zaman aralığında belli bir yazma disiplinine sahip olduğu söylenebilir. Ancak üç ayın sonunda kişi aklına geldikçe, arada bir yazmaya başlarsa o noktada disiplinini kaybeder. Yazma disiplini alışkanlıklarımıza benzer. Olumlu bir alışkanlığın kazanılması için aylarca uğraşır dururuz ancak düzen bozulmaya başladığında eski halimize süratle geri döneriz. Yazma disiplininde de süreç bu biçimde işler. Kişi aylarca düzenli bir biçimde yazar ancak iç ya da dış koşullar yüzünden bir kesinti yaşanır ve kalem hızlı bir şekilde başladığı noktaya geri döner. Eğer kişi gerçekten yazmak istiyorsa vazgeçmeden devam etmelidir.

Kitabın farklı yerlerinde okuyucuların yazma tecrübesi kazanması amacıyla bu kitabın hazırlandığı vurgulanıyor. Bu kitap, yazma tutkusu olan okuyuculara nasıl bir yol gösterecek?

Hayatta birçok işin öğrenilmesi, yapılabilmesi için uygulama yoluyla deneyim kazanmak ve bu sayede tecrübe edinmek gerekiyor. Örneğin kişinin hedefi piyanist olmak ve sahneye çıkmaksa bunun için belli bir zaman ve emek harcar, uygulama yapar ve zamanla bu uygulamalar tecrübeye dönüşür. Yazmak için de aynı durum geçerli. Uygulama yoluyla yazma tecrübesi kazanmak gerekir.

Bu nedenle “Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” iki bölümden oluşuyor. Metot bölümünde okuyucu nasıl çalışması gerektiğini ve yazmanın önündeki en önemli engellerden birini nasıl aşacağını öğreniyor. İkinci bölümde 30 farklı yazma çalışması bulunuyor. Bunlardan önce önemli bir bilgi özet olarak paylaşılıyor, daha sonra okur yazmaya yönlendiriliyor; yani kitap yazma tecrübesi kazanma imkânı sağlıyor. Böylece yazma arzusu olan kişilere tam bir çalışma sistemi sunuyor ve rehberlik ediyor.

"BELKİ YAZMAYI DEĞİL OKUMAYI TERCİH EDECEKSİNİZ"

Kitap aslında uygulamalı bir kitap. Okuyucular verilen konu başlıklarında belirtilen boşluklara çeşitli metinler yazabiliyorlar. Okuyucular eğer disiplinli bir şekilde bu uygulamaları yapar ve metinleri yazarlarsa nasıl bir dönüşüm yaşayacaklar?

Her şeyden önce kitap okuyucunun asıl önemli olan işe, yani yazma eylemine odaklanmasını sağlıyor. Buna özel bir yaratıcı yazarlık çalışma kitabı da diyebiliriz. Çünkü daha önce de vurguladığım gibi kitapta yalnızca uygulamalar bulunmuyor. Kitapta yer alan metot sayesinde okuyucu yazma yolculuğunda nasıl bir yol izleyeceğini ve ne yapacağını bilerek ilerlemeye başlıyor. Bu bakımdan kitap hem yazdığı halde istediği sonucu alamayan okurlara, hem de yazmaya yeni başlayanlara hitap ediyor.
Tüm uygulamaları yapan bir okuyucu en az 14750 kelime kullanarak yazmış oluyor. Aynı zamanda uygulamalardan önce Farkındalık Yazarlığı Atölye katılımcılarının sıkça sorduğu sorulardan yola çıkarak hazırladığım, yaratıcı yazarlık ve yazma yolculuğu ile ilgili önemli bilgilerle karşılaşıyor. Özetle okuyucu yazma becerisini geliştiriyor, hayal gücünü harekete geçiriyor, düzenli bir biçimde yazmaya başlıyor; elinde kitabı bitirdikten sonra kullanabileceği bir metot, önemli bilgiler ve en az 14750 kelimelik yazma tecrübesi kalıyor.

Son olarak yazma hayali olanlara ne demek istersiniz?

Yazmanın hayalini mi seviyorsunuz yoksa gerçekten yazmak mı istiyorsunuz? Her şeyden önce bu soruya kendi cevabınızı bulmanızı öneririm. Yanıt hangisi olursa olsun önemli değil. Belki aslında yazmayı değil okumayı sevdiğinizi fark edeceksiniz. O zaman değerli zamanınızı okumaya harcayabilirsiniz. Yazma hayalinin peşinden koşmayı seviyorsanız elbette bunu da yapabilirsiniz. Fakat gerçekten yazmak isteyen birinin izleyeceği yol, yazma hayalini kovalamayı seven birinin izleyeceği yoldan farklıdır. Eğer gerçekten yazmak istiyorsanız, buna değer verin. Yazmak için emekli olmayı, çocuklarınızın büyümesini, sakin bir sahil kasabasına yerleşmeyi beklemeyin. Vazgeçmeyin. Yazmaya devam edin.

Kaynak: https://www.murekkephaber.com/muge-arbak-yazmak-icin-ustun-yetenekli-olmaniza-gerek-yok/13294/

Müge Arbak: "Anlat Dedi Hayat'ta yer alan tüm öykülerin bir amacı, her karakterin günlük hayatta bir yeri var."

Edebiyat Haber Söyleşi

Daraltılabilir içerik

Söyleşiyi Oku

Müge Arbak ile Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle okurla buluşan öykü kitabı “Anlat Dedi Hayat” hakkında konuştuk.

Müge Hanım, öykü kitabınız “Anlat Dedi Hayat” geçtiğimiz yıl Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.

“Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” isimli kitabımla ilgili söyleşimizde kendimden söz etmiştim. Özetlemem gerekirse çocukluğundan beri sürekli okuyan ve hayal kuran biriyim. Yıllar boyunca bu iki özelliğimi itinayla korumayı başardığımdan olsa gerek yazma ateşi üniversite yıllarında yüreğime düştü ve öykü yazmaya başladım. Çeşitli dergilerde yazılarım yayımlandı, aynı zamanda editör olarak da çalıştım. Yazma serüveninin inişli çıkışlı hallerini, zorluklarını epeyce deneyimledikten sonra yazmak isteyen diğer insanların da benzer güçlüklerle karşılaştığını gördüm. Yazma alışkanlığı kazandırmaya ve uygulamaya odaklanan bir yaratıcı yazarlık atölyesi olan Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesini kurarak yazan ve yazmak isteyenlerin yazma hayallerini gerçekleştirmelerine yardım etmeye başladım. Atölyede ilerleyen katılımcıların belli bir düzeye gelen yazılarıyla oluşturduğumuz dijital kitapların editörlüğünü yaptım.

Okuyucu olarak türler arasında ayrım yapmıyorum, ama yazmak söz konusu olduğunda öyküyü tercih ediyorum. Bir öykü fikrinin zihinde filizlenmesi ile öykünün tamamlanması arasındaki süreç aslında oldukça sancılı. Buna rağmen insanlara, hayata, olaylara, durumlara dair biriktirdiğim gözlemleri; edindiğim izlenimleri ve daha nice materyali anlamlı ve odaklı bir bütünde birleştirip yeni bir öyküye “can vermek” bana ayrı bir keyif veriyor. Genellikle öykü yazmayı tercih etmeme rağmen kalemi elime her aldığım zaman öykü yazmıyorum. Bazen bir duygunun peşine takılıp gidiyorum, bazen öykü taslakları üzerine çalışıyorum, bazen deneme türündeki projelerim üzerinde çalışıyorum ama mutlaka her gün yazıyorum. Çünkü kalemin çalışmaya devam etmesi için düzenli bir şekilde yazmak gerekiyor. Her gün tam bir öykü yazmak mümkün değil ama her gün yazmak mümkün.

Kitapta yer alan tüm öykülerin bir amacı, her karakterin günlük hayatta bir yeri var. Bu bakımdan “Anlat Dedi Hayat”ın uzun bir çalışmanın sonucunda ortaya çıktığını söyleyebilirim. Bu noktada en az benim kadar çaba ve zaman harcayan editörüm Mustafa Orhan Gökpınar’a da teşekkür ederim.

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız nelerdir? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin ilk taslaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?

Yazmak için çok çeşitli kaynaklardan ilham alabiliyorum. Sokakta karşılaştığım bir kişiyle o an kurduğum göz temasından, kulağıma çalınan bir iki kelimeden, karşılaştığım bir olaydan ya da bambaşka şeylerden tetiklenebiliyorum. Kendi başıma kaldığımda içime dönmeyi severim; öte yandan günlük hayatımda sürekli olarak gözlem yapan, son derece meraklı bir yönüm var. Bu bakımdan hem iç dünyamdan hem de dış dünyadan sürekli olarak besleniyorum.

Öykülerimin ilk taslaklarını hazırlarken de farklı çalışma yöntemlerim vardır. Bazen bir fikir, yazmak istediğim karakter günlerce aklımın içinde döner durur. Böyle olduğunda anlatmak istediğim karakterin, durumun ya da olayın henüz olgunlaşmadığını fark ederim. Kısa notlar alır, fikri bir süre dinlenmeye bırakırım. Bazen ben yazmaya hazır olmasam da yazacaklarımın benden önce hazır olduğunu hissederim ve ne kadar sürerse sürsün aralıksız yazarım. Neyi nasıl yazacağımı içten içe hissederim ve bitene kadar çalışırım. Kısacası yeri geldiğinde sezgisel, yeri geldiğinde hesaplı kitaplı bir biçimde çalışırım.

Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.

Her şeyden önce yazmak istediğim konuyla, karakterle, olay ya da durumla ilgili bir şeyden emin olmam gerekiyor. “Bu hikâye neden yazılmalı?” sorusunun cevabını, yani amacı arıyorum. Etkilendiğim veya gözlemlediğim ve yazının malzemesini oluşturan bu özü neden yazarak anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Beni etkileyen her neyse bunu aynı biçimde okuyucuya aktarabilmek için bu malzemeyi nasıl kullanacağımı tasarlıyorum çünkü bir insanı, olayı ya da durumu konuşarak anlatmak ile yazmak apayrı iki deneyim. Kelime seçimi, anlatıcı türü, karakter, zaman, mekân gibi tüm unsurlar aslında hep o amaçtan hareketle ortaya çıkıyor.

Üçüncü tekil kişi anlatıcının bakış açısı aracılığıyla öykü kişilerinin yaşamlarındaki sarsıcı anlara odaklanıyoruz öykülerinizde. Duru bir dille anlatmayı seviyorsunuz. Öykülerinizin dil ve anlatımına nasıl çalışıyorsunuz?

Dil kullanımına çok önem veriyorum. Yıllardır sürdürdüğüm Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi çalışmalarında da her zaman bunu vurguladım. Bir yazarın her şeyden önce dili doğru kullanması gerektiğine inanıyorum. Dili zenginleştirmek başka bir şey, dili “katletmek” başka bir şey!

Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin sevdiğim bir sözü var: “Mükemmelliğe, eklenecek bir şey kalmadığında değil; çıkarılacak bir şey bulunamadığında ulaşılır.” Ben de aynı fikirdeyim, bu doğrultuda öykülerimde anlatmak istediğim temel meseleyi varsa süslü cümlelerden, gereksiz tekrarlardan ve öyküye hizmet etmeyen detaylardan arındırmak için yeri geldiğinde öyküyü yazdığım süreden daha fazla zaman harcayabiliyorum. Kullanılan dil, öyküde yer alan tüm unsurları etkileme gücüne sahiptir. Karakterler, olay örgüsü, atmosfer, diyaloglar ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına bağlı olarak güçleniyor ve daha dinamik ve etkileyici bir hale geliyor. Aynı zamanda her kelimenin kendine has bir sesi var ve bazen tek bir kelime ya da cümle tüm anlamı, etkiyi dağıtabiliyor; bir bütün olarak öykünün sesini, kendine ait ritmini bozabiliyor. Bazı öykülerin ilk taslağı ile kitaptaki halini yan yana görseniz bu iki metnin aynı öykü olduğuna inanmakta güçlük çekebilirsiniz.

Öykülerinizde zaman geçişleri yaparak çok fazla malzemeyi bir araya getiriyorsunuz ve bütün öykülerinizde üçüncü tekil kişi anlatıcı kullanıyorsunuz. Bu tercihlerinizin nedeni nedir?

Öyküde okuyucuya her şeyi anlatamazsınız ve zaten anlatmamalısınız. Söylenmeyenleri okuyucuya sezdirmenin yollarını bulmak gerekir. Söz gelimi bir karakterin tüm yaşamını öyküye sığdıramayacağınız için zaman geçişleri gibi çeşitli tekniklerle neden belli bir şekilde davrandığını, düşündüğünü, hissettiğini onun kurmaca yaşamıyla uyumlu ve mantıksal bir zemine yerleştirmek mümkün hale gelir.

Günlük hayatta insanlar durduk yere büyük değişimler geçirmezler. Düşünceler, duygular ve davranışlar kişinin sahip olduğu özelliklere, hayata bakış açısına göre belli bir düzen ve tutarlılık gösterir. Bu kitaptaki kurgu karakterler de kurmaca hayatlarını bu şekilde deneyimliyor. Bunun karakteri canlı ve inandırıcı kılan temel bir özellik olduğunu düşünüyorum. Zaman geçişlerini, bu nedensellik ve mantıksal denge açısından önemli buluyorum.

İnsan kendi hayatında kitapta anlattığım meselelerden biriyle karşılaştığı zaman genellikle bu durum onu içine çeker ve insan bir problemin içindeyken olası çözümler onun için âdeta görünmez hale gelir. Ancak sorununa dışarıdan bakmayı başardığı zaman bunun için bir çözüm üretebilir. Ben de birinci kişi anlatıcı kullanarak okuyucuyu meselenin içine çekmek yerine üçüncü kişi anlatıcı yoluyla okuyucunun meseleye ve karakterlere dışarıdan, tarafsız bir gözle bakmasını hedefledim. Bu açıdan insanların diğerlerinin hayatlarını merak etmesini öylesine bir meraktan öte, diğer insanların hayatla başa çıkma yöntemlerini öğrenmeye dair içgüdüsel bir ihtiyaç olarak görüyorum.

Kadınlık ve erkeklik durumları, ilişkiler, aile, gündelik hayat, ev, geçmiş, orta yaş krizi, hayal kırıklıkları hikâyelerinizde öne çıkan izlekler. Öykülerinizde ön plana çıkan temel dertler konusunda neler söylemek istersiniz?  

Bunlar hepimizin hayatında var olan ya da en azından tanık olduğumuz temel meseleler. “Anlat Dedi Hayat” kitabımdaki öykülerde olduğu gibi mutsuz evliliğinde sıkışan, aile ilişkilerinde bir türlü istediği sonucu alamayan, hayal kırıklıklarını içine atan ama bunları konuşmaktan imtina eden veya farklı durumlarla karşılaşan karakterler her birimizde olan bir parçanın yansıması aslında. Ancak hayatımızın içinde böylesine yer tutan ama çoğunlukla durup bakılmayan, üstünde düşünülmeyen, hatta kitapta ele alındıkları açılarıyla konuşulmayan dertler. Bunların konuşulur, düşünülür, tartışılır hale gelmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü ancak bu şekilde bir insan yaşadığının sadece kendi başına gelmediğini, yalnız olmadığını fark edebilir ve bu farkındalık onu araması gerektiğini dahi unuttuğu bir çözüme götürebilir. Bu nedenle kitabın arkasında “Bazı hikayeleri kendinize saklamak istersiniz.” cümlesini ekledim. Böyle hikayeleri kendinize saklama ihtiyacından kurtulmak sizi özgürleştirme potansiyeline sahiptir.

Sizce romanda ve öyküde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları ve aile mesela?

Elbette bazı konular bazı dönemlerde daha öne çıkabilir ancak bu öne çıkışın konunun hep aynı yönüyle ele alınma biçimiyle okuyucu açısından bıktırıcı olacağını düşünüyorum. Bir sorunun, bir meselenin tek bir bakış açısıyla yazılması, yazarların üslupları farklı olsa dahi sonuçta birbirine benzer roman ya da öykülerin ortaya çıkmasına neden olur. Sonuçta ele alınan konu hep tek ve aynı tarafın bakış açısıyla anlatıldığı zaman önemini ve değerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa bir konunun farklı yönleriyle ele alınması anlatılan meseleyi zenginleştirir, okuyucunun değişik açılardan temel sorunlarla ilgili farkındalık kazanmasını, bunların üzerinde düşünmesini sağlar.

Müge Hanım salgın günleri nasıl geçiyor, neler okudunuz? Başucu yazarlarınız kimler ve başucu kitaplarınız hangileri? 

Salgın süreci benim açımdan oldukça verimli geçti. Ertelediğim bazı projeleri hayata geçirdim, birtakım önemli konular üzerinde düşünerek yeni kararlar aldım ve çok daha fazla yazma ve okuma imkânı buldum. Bu süreçte Haldun Taner’in tüm öykü kitaplarını şimdiki yaşın olgunluğu ile yeniden okudum. Haldun Taner, çok saygı duyduğum ve öykücülüğünü çok beğendiğim bir yazar.  Aynı şekilde Virginia Woolf’un ve özellikle O. Henry’in kitaplarını tekrar okudum. Başucu kitabı olarak bir süredir hiç değişmeyen iki kitabım var ve ikisi de kurgu dışı. Biri Stefano D’Anna’nın “Tanrılar Okulu,” diğeri ise Hermann Meyer’in “Kaderin Yasaları.” Her ikisi de sürekli elimin altında bulundurduğum ve evde, hatta ofiste birden çok bulunan, dönüp dönüp tekrar okuduğum ve notlar aldığım iki kitap.

Kaynak: https://www.edebiyathaber.net/muge-arbak-anlat-dedi-hayatta-yer-alan-tum-oykulerin-bir-amaci-her-karakterin-gunluk-hayatta-bir-yeri-var/

Müge Arbak: "Kitaptaki her öykü, hayatımızda var olan fakat üzerinde durulmayan olaylara odaklanıyor."

Mürekkep Haber Röportaj

Daraltılabilir içerik

Röportajı Oku

Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi ile tanınan Müge Arbak'ın "Anlat Dedi Hayat" isimli öykü kitabı 2021 yılının sonlarına doğru okurla buluştu. Kitap 19 öyküden oluşuyor.

Anlat Dedi Hayat’ta Müge Arbak hayatın ona fısıldadığı bu hikayeleri keyifli, akıcı bir dille ve alabildiğine yaratıcı bir kurguyla anlatıyor. Nakış gibi ince ince işlediği sahnelerde ilişkileri, değişenleri, değişemeyenleri, umutları, geçmişte sıkışanları, geleceğe doğru hareket edenleri ve daha nicelerini kendine has üslubuyla, ustalıkla ele alıyor.

Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Müge Arbak ile "Anlat Dedi Hayat" isimli öykü kitabını konuştuk.

“Anlat Dedi Hayat” başlıklı kitabınızda pek çok öykünüz bulunuyor. Neden bu ismi tercih ettiniz?

Bakmayı ve görmeyi bilenler için hayatın kendisi iyi bir hikâye anlatıcısıdır. İnsanlar, mekânlar, olaylar veya herhangi bir şey her an bir hikâye anlatır. Elbette hikâyeleri görebilmek başka bir şey, bunları yazabilmek bambaşka bir şey... Hayatın bana anlattığı bu hikâyeleri, insanları ben de kurmacaya dönüştürerek öykü formunda anlattım. Kitabın adı böylece "Anlat Dedi Hayat" oldu.

Kitapta yer alan öykülerden “Ev Gibisi Yok”ta emeklilik vakti gelen Haluk Bey’i anlatıyorsunuz. Haluk Bey hayatın çok içinden bir karakter. Kim bu Haluk Bey, çevrenizden biri mi yoksa tamamen kurgu mu?

Aslında sadece Haluk Bey değil, kitaptaki 19 öyküde yer alan karakterlerin hepsi hayatın tam ortasında var olan, günlük hayatta rahatlıkla karşılaşabileceğiniz karakterler. Bazı okurlar “Çıkmaz Sokak” öyküsündeki karakterin, bazıları ise “Deli mi Ne” öyküsündeki karakterin hayatın içinden olduğunu söylüyorlar. Bana göre bu biraz da okurun kendi dünyasında öyküyü ve karakterleri nasıl algıladığıyla ilişkili.

Sadece Haluk Bey değil, tüm karakterlerim için şunu söyleyebilirim: Her biri hem tamamen kurgu hem de bir şekilde karşılaştığım kişiler... Hatırlasam da hatırlamasam da onlarla mutlaka kâh bir kitapta, kâh bir gazete haberinde, kâh bir caddede mutlaka karşılaşmışızdır. Zaten yazarın iç dünyası ile hiçbir şekilde temas etmemiş birini sadece kurgulayarak yazabilmesi de pek mümkün değildir. Son kitabım "Yaratıcı Yazarlık: Hayal Gücüyle Yazmak”ta bu konuyu ele alıyorum. Yazar ister farkında olsun ister olmasın o karakterin niteliklerini taşıyan kişilerle mutlaka bir şekilde temas etmiştir. Her zaman gittiği kafede kulak misafiri olduğu bir olayın taraflarından biri bile olabilir o kişi.

“Delik Deşik” isimli öykünüz bir nevi yazarlık manifestonuz gibi. “Bir yazar olarak okuyucuyu istediğim şeye inandırabilirim ama bu, onun kurgu olduğu gerçeğini değiştirmez.” diyor karakterimiz satır aralarında. Bu öykünüzle ne anlatıyorsunuz? Bu bir yazarlık manifestosu mu?

"Delik Deşik”in bir nevi yazarlık manifestosu olduğu doğru fakat bu öyküdeki karakterin manifestosu, bana ait değil. Öyküde karakter sadece yazar olarak kurduğu öykülerin değil, hayatına dair hikâye parçalarının da kurmaca olduğunu ilan ediyor. Karakter büyük bir yüzleşme yaşıyor ve hayatını delik deşik olmuş bu hikâyelerden kurtarmak istiyor; bir bakıma hem kendi gerçekliğinden hem de yazar kimliğinden soyunuyor. Farkındalık Yazarlığı Atölyelerinde öğrencilerime her zaman şunu söylerim: “Yazar yazdığı değildir.” Bu öykünün de çıkış noktası bu fikir oldu.

Kitabın arka kapağında “Defterler dolusu yazılmış öyküler arasından seçildi her biri.” ifadesi geçiyor. Kitapta yer alan öykülerin ortak özelliği neydi? Niçin bu öyküleri tercih ettiniz?

“Anlat Dedi Hayat”ta yer alan öykülerin her biri insanların kendilerine saklamak isteyecekleri hikâyeleri ve duyguları anlatıyor. "Üçe Beşe Bakmadan"daki utanç, "Paylaşmak Güzel Şey"deki ironik güç tutkusu ya da "Fırından Çıkan"daki hor görülme hissi gibi deneyimleri herkes yaşıyor fakat bunlar genellikle konuşulmuyor, anlatılmıyor. Kitaptaki her öykü aslında hayatımızda var olan fakat üzerinde durulmayan karakterlere, olaylara ve durumlara odaklanıyor.

Kitapta yer alan öykülerin ortak bir özelliği daha var: “Anlat Dedi Hayat”ta yer alan öykülerin her birini son derece yalın, sade bir dille yazdım. Bunun özel bir amacı vardı. 2017 yılında kurduğum Farkındalık Yazarlığı Atölyesi'nde yıllar boyunca yeni katılımcıların neredeyse tamamı ağır, ağdalı, süslü bir dil kullanmayı edebi nitelik zannederek atölyeye geldiler. Bu karmaşık, alışkanlık haline gelmiş ve aslında çok şey söylüyormuş gibi görünüp gerçekte hiçbir şey anlatmayan dili düzeltmek pek çok katılımcının çok fazla zamanını aldı. Ağdalı ve ağır bir dile ihtiyaç olmadığını göstermek için Anlat Dedi Hayat'ta yer alan öykülerin tamamında yalın ve sade bir dil kullandım.

Basri Bey isimli öykünüzün kahramanı Basri Bey, talihsiz olaylar yaşıyor. Bir yazarın karakterlerinin kaderine müdahale etmesi zordur ama yine de sorayım: “Sahi, Basri Bey yaşadıklarını hak etti mi?”

Kurmaca bir karakterin başına gelen olaylar mutlaka bir neden sonuç ilişkisi kapsamında değerlendirilmelidir. Bir açıdan her karakter yaşadıklarını hak eder çünkü geçmişindeki nedenlerin sonuçlarını yaşar. Başka bir açıdan ise herhangi bir yargıya varmak için karakteri o şekilde davranmaya iten psikolojik süreçleri ve geçmiş yaşantılarını irdelemek gerekir. Belki karakter hayatına dair yaptığı seçimlerden memnun olmadığı için ve bir çıkış yolu bulamadığı için olduğu hale gelmiştir. Bir çıkış yolu aramamak bir seçimdir belki ama yine de aramadığı için suçlanabilir mi? Ele alınması gereken çok fazla değişken var. Bu nedenle karakterlerin yaşadıklarını hak edip etmediklerini okuyucunun değerlendirmesine bırakıyorum.

Öykülerinizde nelerden besleniyorsunuz?

Kitabın adına geri döneceğim: Temelde hayatın anlattığı hikâyelerden besleniyorum. Bir öykücü olarak etrafımdaki hikâyeleri, anları, sahneleri, hayatın satır aralarında verdiği mesajları yakalıyorum. Aynı zamanda okuyorum, araştırıyorum, izliyorum ve inceliyorum.

Kimileri artık öykünün zamanının geçtiğini düşünürken kimileri de öykü için söylenecek daha çok sözün olduğunu belirtiyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Öykülerin ve öykücülüğün zamansız olduğunu düşünüyorum. Hatta insanların dikkat süresinin gitgide azaldığı günümüz dünyasında öykünün avantajlı konuma gelme ihtimali bile olabilir. Hızlanan günlük hayata öykü türündeki anlatılar daha iyi ayak uydurabilir.

Okurların öyküye ilgisini nasıl görüyorsunuz?

Kendini "öykü okuru" olarak tanımlayan, türe sadık büyük bir grup insan var. Onlar zaten öykü kitaplarını takip ediyorlar ve okuyorlar. Ayrıca farklı türlerde okuyan insanların da yolları bir şekilde öykülerle kesişiyor.

Son olarak “defterler dolusu yazılmış öyküler” yeni kitaplarda hayat bulacak mı?

Evet, elbette. Daha yazacağım çok sayıda öykü, hikâyesini anlatacağım çok sayıda karakter var. Yakında yeni bir öykü kitabının hazırlıklarına başlayacağım.

Kaynak: https://www.murekkephaber.com/muge-arbak-kitaptaki-her-oyku-hayatimizda-var-olan-fakat-uzerinde-durulmayan-olaylara-odaklaniyor/17921/